Bazen yokluk sarar etrafını. Sevgi yokluğu, şevkat yokluğu, anlayış yokluğu anlaşılmama yokluğu. O kadar yokluğun içinde varlığını bir türlü kanıtlayamazsın. Kulaklar sana sağır, gözler sana kördür!
Bazen küçük cümlelerle anlatamazsın derdini.En yakınlarına duyuramazsın sesini...
Sevdiğinin acıttığı yerden gül mü bitermiş?
Oysa yürekte kocaman bir oyuk, dilde gem, bir ah taşıyor ciğerlerden...
” Yaşanılan hiç bir şey geçmişte kalmıyor maalesef. Yapılan şeyler, söylenen sözler, hor gören gözler insanın içini aynı yerden defalarca kanatırken, yıllar sonra denilen keşke bir işe yaramıyor. Vicdan öyle bir kitap ki okuyan herkesin elinde kalıyor!”
"Her zaman yalnız olduğunu düşünürdü ama bu hissettiği yalnızlıktan da öte bir şeydi. İçini yiyip bitiren adını bir türlü koyamadığı bir duygu, bütün bedenini sarıyordu. Sanki içini küf bağlıyordu."
Kimsesizlik bir kez tuttu mu bırakmıyor insanın yakasını, ama asıl kalabalığın içindeki kimsesizlik ayrı acıtıyor. Onunki de öyle bir kimsesizlik, kimseye anlatamadı derdini. Kan kustu, kızılcık şerbeti diyemeden kustuğu kanı geri yuttu.
Masal evinin kapıları yüzüne kapanmıştı. O artık gerçeklerle yüz yüze hayatta kalmak zorundaydı...
Ekim zamanı eker, hasat zamanı biçerdi. İkindi üzeri hemen akşam yemeğine koyulur, bitince yengesine kahve pişirir, kahvehaneden gelen dayısının ayaklarını yıkar kurular ve sofrayı kurardı. Haftada bir gün kazanı kaynatır çamaşır yıkardı. Ekmek bittikçe tandırı yakar, hem ekmek açar hem pişirirdi.
Zavallı durup nefes almaya bile vakit bulamazdı.
"Durduğu anda evlat acısını ciğerlerinde hissediyor, nefesi kesiliyordu. Allah kimseye evlat acısı vermesindi. Her şeye katlanıyor ama o boğazında ki düğüme, yüreğindeki yüküne, ciğerlerindeki yangına dayanamıyordu..."
Rüzgarın şarkı söylediği yerden duy beni!
Gülcihan’ın yalnızlığı umudu olacaktı. İçini çektiği yerde, yeni bir umut yeşertecekti.
Bir insanın içindeki deli dolu çocuğun zamana yenik düşmesinin ne demek olduğu bilirdi. Zamanın da içindeki bütün duygularını can çekişe çekişe kaybetmişti...
Acımasızlığın bütün harfleri dedikodunun alfabesinde toplanmış yeni cümlelerle silahlanıp var gücüyle saldırıyordu. Hele birde dilsizsen suskunsan, hüküm belliydi. İntihara sebebiyete kadar varırdı.
Yengesinin doğumuna çok az kaldığı için iyice çekilmez olmuştu. O da fırsatını bulur bulmaz kendini dışarıya atıyordu. O gün yine yengesinin keçileri gelince, Gülcihan da ahırdaki keçileri otlatmaya yaylaya doğru çıktı. Dere kenarında hemen ayaklarından lastiklerini çoraplarını çıkarıp buz gibi suyun içinde girdi. Başını gökyüzüne kaldırıp tertemiz havayı ciğerlerine çekti. “Allah’ım yarattığın her şeyde ayrı güzellik,var. Çok şükür verdiğin nimetlere “ dedi...
Ev dediğin taş yığını değil miydi? Elif için hiç farketmezdi. Ha cumbalı olmuş ha bahçeli olmuş. Akşam olduğunda anne babası ve abisiyle otuyor meyve yiyordu ya, işte ev buydu. Hem bu yeni evlerinde Yatır Dededen korkmasına da gerek yoktu. Aslında bu durum onu birazcık üzüyordu. Ne de olsa Yatır Dedeyle o kadar hukuku vardı...
Olmuştu işte ilk defa sobelemişti. O an ne yatır kalmıştı, ne de ağzı kayan çocuk. Hayatında ilk defa sobeleyen küçük kızın ağzı kulaklarındaydı.
Yalnızlığı yine tutmuştu yakasından işte! Üzerine yapışan kimsesizlikle kalktı yerden. Yalnızlığına iç çeke çeke silekeledi üzerindeki pislikleri. Herşey bu kadar zor olmak zorunda mıydı? Bu kadar mı silikti yaşamdan? Üzerine çuvallanan zalimliğe çırpındıkça teslim olmak zorunda mıydı Gülcihan?
Ah Gülcihan!
Bir deli rüzgar sanki...